22 Ekim 2010 Cuma

BAŞLIKSIZ ! …

İlk önce bütün okuyuculardan özür diliyorum. Söze bu şekilde başladım çünkü, köşe yazarlarının kendilerine gönderilen elektronik postaları köşelerine taşımalarına karşıyım. Bu bana biraz “kaytarmak” gibi geliyor. Daha fazla uzatmak istemiyorum ve konuya giriyorum. Allianoi Antik Kenti ile ilgili hassasiyeti olan yurttaşlarımız bileceklerdir muhakkak (hassasiyeti olmayanlarda bu yazıdan sonra öğrenirler diye umuyorum), malum antik şehir sular altında kalıyor. Allianoi’nin gün yüzüne çıkması için 12 yılını vermiş, Trakya Üniversitesi’nde görevli Yrdm.Doç.Dr sayın Ahmet Yaraş hocam bir mail gönderdi, özellikle paylaşmak istiyorum.

************

Allianoi'u tırnakları ile kazanların önünden kamyonlar geçiyor.
Allianoi kumla örtülüyor.
DSİ' şirketlerden birine betonla kaplama, diğerine de kumla örtme ihalesi vermiş.
Amaç daha hızlı, daha hızlı olsun.
Kanlı veya kansız.
Fark etmez.
Yeter ki, bu gavur taşları yok olsun !
Gözden uzak olsun,
Hatta 30 metre çamur altında kalsın,

Şirketin programında bugün hastane yapısı var.
1800 yıllık hastane yapısı şu an kumla örtülüyor.

2006 yılında, Allianoi Gönüllüleri’nin yardımları ile kazı yaptığımız 1800 yıllık hastane hızla kapatılıyor.
Oysa biz onu 4 ay boyunca kazarak aydınlıkla buluşturmuştuk.
Ve yaklaşık 20 odasından ancak 8'ini kazabilmiştik.
Çünkü zaman ve bağışlar bütün hastane yapısını açmaya yetmemişti.
Sadece bu 8 odadan yüzlerce arkeolojik eser müze envanterlerine alınmıştı.
Odalardan birinde yüzün üzerinde metal cerrahi alet, çok sayıda farmakolojik aletle birlikte ortaya çıkartmıştık.
Bu koleksiyon Dünya’nın bir ören yerinde ve hastane yapısında en büyük tıp aletleri koleksiyonu olarak literatüre girmişti.
Odalardan birinin de muhtemelen ünlü Tıp Bilgini Galenos'un olduğunu öngörmüştük.
Belki yanı başındaki odalardan birini kazabilseydik, ona ait özel eşyalarını bile bulabilecektik.
Olmadı... / Olamadı... Çünkü o sıralar para bitmişti.
Aylarca karpuz peynir ekmek, makarna yemekten kazı ekibi yorulmuş / sıkılmıştı.
Keşke 2006 yılında biraz daha yardım için kapı kapı dolaşsaydım…
Ah dostlar bugün ne yapabiliriz diyenler, 2006 yılında nerelerdeydiniz ?
Galenos’un gerçek anlamda izni bulmakta belki sizin de payınız olacaktı!!!
Tarihe bir not da sizler düşecektiniz..

Ama nasıl olsa gelecek yıl kazıya devam ederiz diye düşünüyorduk.
Ünlü tıp bilgini Pergamon’lu Galenos'un adına rastlama umudunu 2007 yılına bırakmıştık.

Ancak ne 2007 de, ne 2008 de, ne 2009 da bakanlık kazı ruhsatı verdi.

Yıl 2010.
Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Ertuğrul Günay'ın 'Çaresizim' nidaları arasında bu topraklarda bir başka boyut yaşanıyor.

Dört yıldır Kazı Ruhsatı ver(e)meyenler bugün caressiz olduklarını söylüyor!!!
TRT Belgeseli’ni yayınlamasına engel oldum diye övünenler, Bakanlığı pekala caresizliğe sürükleyebiliyorlar ...
Çok geniş alanda ve çok çalışıldığı için bu makamlar, soruşturma açmak zorunda kalmışlardı.
Kurul üyelerinde bilim komisyonlarını da sık sık yenilemek zorunda kalmıştı…
Kazı yaptığım alana girişi de çaresizlik yüzünden engellemek zorunda kalmışlardı…

12 yıldır her platformda süren mücadelenin sonunda...

Bir boşluk....

Şimdi belki Pergamon'lu Galenos'un Allianoi'daki kliniği gözlerimizin önünde kapatılıyor.
Allianoi'da bulunan Tıp Aletleri konusunda İ.Ü. doktora yapan Daniş'in gözlerinin önünde hastane yapısı örtülüyor / katlediliyor / tarihe gömülüyor / bizler sadece izliyoruz.

DSİ kendini kurtarmak için ihale üzerine ihale yapıyor,
Politikacılar oy kaygısında her iki tarafa gülüşçükler atıyor,
Gençler hukuk dışı uygulamayı protesto için kendini zincire vuruyor,
Avukatlar bu ülkede hala mahkeme önlerinde hukuk arıyor,
Ben tırnaklarımla kazdığım hayatımın en güzel 12 yılını verdiğim yerin yok oluşunu izliyorum.

Bilimsel Etik...
Çağdaşlık ....
Demokrasi...
Evet / Hayır naraları arasında bir insanlık ayıbı... / bir tarih katliamı ...
yüreğim ağrıyor...
Tanıklığımdan utanıyorum.

***********

Not : Allianoi ile ilgili aslında söylenecek çok söz ver. Sadece Allianoi’de değil elbette. Hasankeyf, Munzur, Karadeniz… Benim sözüm aslında Kültür ve Turizm Bakanı’na… Geçen yazımda da belirtmiştim, “nerede olduğum değil, ne yaptığımdır önemli olan” diyen Kültür ve Turizm Bakanı’nın “ne yaptığını” göremiyoruz !... Ben, öz yiğeni Nazım Yiğit Günay gibi yürekli olmasını beklerdim açıkcası…

Dipnot : 21 Ekim Ahmet Taner Kışlalı’nın ölüm yıldönümüydü. Ahmet Taner Kışlalı’nın ölüm yıldönümüyle ilgili, özellikle körfezde ki ADD’lerin sessiz kalması! beni özellikle üzdü. Suikastlere kurban verdiğimiz aydınlarımızın sadece Uğur Mumcu ve Bahriye Üçok’dan ibaret olmadığını göstermesini beklerdim ADD ve diğer STK’lardan… Bu konuyu köşesinde gündeme getiren Körfez Gazetesi yazarı sayın Asil Kaya’ya teşekkür ediyorum… (Edremit ADD’nin zoraki açıklaması bence yeterli değildir…)

20 Ekim 2010 Çarşamba

AŞK KENDİ DİLİNİ YARATIR

Neresinden bakarsan aşka çıkıyor hayatın yolları, kimsesizliği
öğrenince insan. Kaç yaşında olursa olsan ol, hangi şartlarda yaşarsan
yaşa, içine bir sızı gelip yerleşiyor.

Yokluğunu öğrenmeden varlığının değeri anlaşılamıyor.

Kalbimizi ne kadar eğitebildiysek, ne kadar yakın durduysak iyiye,
güzele, o kadar alıyoruz karşılığını. Her can acısına isyan ediyoruz
ama bizi nasıl büyüttüğünü düşünmüyoruz.

Sevmeyi şartlara bağlayanlar, çıkarlarını düşünerek yanlış seçimleri
onaylayanlar, zaman geçtikçe anlayacaklar ne büyük bir yalanın içinde
yaşadıklarını. Evren kötülüğe, sömürüye, kendinden başkasını
düşünmeyene geçit vermeyecek. Gün gelince yüzüne vuracak yalınlığını
ve aşk hep kazanacak sonunda.

Aşk kendi dilini yaratır. Irkı, yaşı, farklılıkları siler atar.
Sevmekle başlar hayat dediğimizde aslında ve kimse gerçek bir sevginin
tadına varmadan gerçekten yaşamış sayılmaz. Hepsi bir balon köpüğünden
öteye gitmeyen sahtekar aşıklar, zamanı gelince bir duvara çarpar gibi
hızla vururlar gerçeğe ve ne kadar boşuna geçirdiklerini anlarlar bir
ömrü.

Gece yarısını çoktan geçmiş bu karanlık saatte, ben bu satırları
yazarken, kim bilir kaç yürek aşk için dua ediyor? Kaç gönülden,
dillenmiş yalnızlık acısının gözyaşı yükseliyor gökyüzüne? O anlarda
duruyor ne varsa, kuşlar, çiçekler, ağaçlar susuyor. Dilekler
yıldızlara ulaşana kadar sessiz kalıyor doğa, yapraklar hüzünle
sallanıyor.

Aşkı anlatmayan şarkıların notaları suskun, şiirlerin boynu bükük
duruyor. İçinde sevgi olmayan ne varsa, silinip gidiyor. Kendini ancak
ve yine aşkla var edebiliyor insan, ancak o zaman anlam kazanıyor
nefes almak.

Birileri kendince mutlu gözükse de uzaktan, yüreğine sevmeyi
öğretememişse, sonunda mutsuzlukla tanışıyor. Öfkeleniyor doğa
sevgisizliğe, kendi düzenini uyguluyor. İnsan ektiğini biçiyor
velhasıl, kimse bedeli ödemekten kaçamıyor.

Ne kadar umutsuz dursa da günümüzde aşk, yine o kurtarıyor dünyayı.
Gönül yalnızlığı, sessizliğiyle terbiye ediliyor. Er ya da geç
hepimize vuruyor aşkın tokadı, o zaman biraz silkelenip kendimize
geliyoruz. İçimiz acıdıkça, kalbimiz sızladıkça büyüyoruz. Acılarla
olgunlaşıyor insan, anlamayı öğreniyor. Yerine koymayı, sahip
çıkmayı, tevazu göstermeyi, egolarından kurtulmayı, iyiden yana
durmayı, haksızlık etmeyi, bedel ödemeyi, ders çıkarmayı ancak böyle
öğreniyor. O yüzden her defasında hiç yılmadan aşk diyorum, illaki
aşk...

SİYASİ İDEOLOJi

1950'li yıllardan sonra çok partili sisteme geçilmesiyle beraber,
siyasi ideolojilerde hep tartışılmıştır.

Aslına bakacak olursak, Türkiye'de sürekli gündemde olan "Temiz
Siyaset" özlemi de buradan gelmektedir.

Belli bir ideolojisi olmayan siyasi kurumlar, ülkeye yarar sağlamadığı
gibi aksine hep zararları olmuştur. Bu konuyu canlı olarakta
yaşadığımız bir süreçten de geçiyoruz aslına bakarsanız.

Türkiye'de siyaset kurumlarının içerisinde hep bir boşluğun olması da
bununla paralel bir durum zaten.

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)'nin "Milliyetçilik-Ülkücülük"
temeline oturtulan ve 40 yılı aşkın süredir yürüttüğü bu siyasi
mücadeleye herhangi bir şekilde muhalif olmak ve eleştirmek söz konusu
olamaz. 1980 darbesinde büyük acılar yaşayan "Sağ" kesimin önemli bir
bölümünü oluşturmaktadırlar.

Saadet Partisi (SP)'nin "Milli Görüş-İslamcılık" sentezi üzerinden
yürüttüğü siyasi mücadelede, Türkiye'de belli bir dönem iktidarı ele
geçirmiş, daha sonra ülkenin temel yapı taşlarına uyum
sağlayamadığından! iktidar gücünü kaybetmiştir.

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP)'nin "Demokrasi-Özgürlükçülük-Kürt
Milliyetçiliği" üzerinden yürüttüğü siyasi mücadelede, ülkenin iç
dinamizmi açısından kuşkular taşığı için sürekli "üvey evlat"
muamelesi görmektedir. Görmüş olduğu bu muamelede, belli kesimler
tarafından sürekli manipüle edilsede, manipüle edenler tarafından
haklılık payları olduğu yadsınamaz.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)'nin "Sosyal Demokrasi" ilkeleri
üzerinden taviz vermeden sürdürdüğü siyasi mücadelede, yine 1980
darbesinde "Sol" kesim üzerinde büyük acılar yaşatmıştır. Gerçek
anlamda ve sağlam ideolojilerin, partilerin kökünü oluşturması belki
de en net bir biçimde CHP'de görülmüştür ki, 1980 darbesinde
kapatılmasına rağmen kuruluşunun 69.yıldönümünde 9 Eylül 1992
tarihinde yeniden açılmıştır.

Ve son olarak, 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulan ve 3 Kasım 2002
tarihinde iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)'sine göz
atalım. Siyasi ideolojini "Muhafazakar Demokrasi-Ekonomik Liberalizm"
üzerine kuran AKP, iktidarda olduğu 8 yıl boyunca, siyasi ideolojisini
gerçek temellere oturtmanın ve bunu gerçek anlamda, sadece ve sadece
halk için uygulamanın hiçbir somut örneğini göstermemiştir.

Gerçek anlamda ideolojisi olmayan, lidere endeksli kurulan ve
çalışmalarını "iç-dış" güçler birlikteliğiyle yürüten partiler elbet
yok olmaya mahkumdurlar. Bu ve buna benzer olayları siyasi tarihimizde
çok net bir şekilde görmekteyiz.

20 Mayıs 1983 tarihinde kurulan Anavatan Partisi (ANAP)' de buna en
güzel örnek olarak siyasi tarihin tozlu sayfalarında yerini almışltır.
Görünen o ki, AKP'de siyasi ideolojisini tam olarak oturtmadığı,
lidere endeksli siyasi mücadele yürüttüğü ve "Yürütme!" görevini son
derece güzel bir şekilde sürdürdüğü için kendi sonunu da yavaş yavaş
hazırlamaktadır.